Abolla

Yunan ve Roma uygarlıklarında kullanılan yünlü pelerin. Yunan felsefecilerin giyimlerinin karakteristik bir parçasıyken, Roma’da genellikle askerler tarafından giyilir.

Anne Karnında Felsefe

Anne karnındaki bir bebek varlığının farkında değildir. Kalbi çarpmakta fakat bunu bilmemektedir. Mutlak bir karanlığın içinde, kanla beslenerek yaşar. Gelişimi devam ettikçe, kucağında yaşadığı ortamı algılamaya başlar. “Bu karanlıktır” diyemeyeceği “karanlık” onun yaşam alanıdır. Fakat o ışığı hiç görmediği için karanlığı “mutlak” olarak kabul eder. Bir vücudu vardır ve bu vücut, kucağında yaşadığı bu ortama bağlanmıştır. Bu bağın onu hayatta tutan şey olduğunu anladığı düşünülebilir. Kalbi çarpmakta, nefes almakta ve “yaşamak”tadır. Bu karanlık onun dünyasıdır. Başka bir dünya tasavvur etmesi ise asla mümkün değildir. Ne bir annesi, ne de babası vardır. Çünkü bir anne tasavvur edebilmesi için, onu, içinde bulunduğu çevreden ayırabilmesi gerekir. Hâlbuki onun için mutlak olan bu çevredir. Bu çevrenin bir kadının içinde olduğuna ve varlığını ona borçlu olduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Görmediği bir şeyi kabul etmek zorunda değildir.

Böyle metafizik düşüncelere kapılmasının ne lüzumu vardır? Yapması gereken tek şey, onu hayata bağlayan şu bağa tutunmak ve kanla beslenmeye devam etmektir. Öyle yapar.

Fakat gelişmesi devam ettikçe, anlamlandıramadığı işaretlerle karşılaşmaya başlar. Sesler duymaktadır. Dünyası hareket etmekte ve o bu hareketi hissetmektedir. Bu hareket neyin nesidir? Bu sesler nereden gelmektedir? Bunlar, bir takım hayaller midir yoksa içinde bulunduğu dünyadan başka bir dünya mı vardır? O buraya sıkışıp kalmış mıdır? Şu bağ olmadan yaşamanın mümkünü var mıdır? Hayır, hayır? Kanla beslenmezse yaşaması mümkün değildir. Onu altından ve üstünden kuşatmış bu su olmasa, onu kan içtiği âleme bağlayan şu boru olmasa, yaşamanın imkânı yoktur. Fakat bu sesler neyin nesidir?

Dışarıda bir varlık hissetmeye ve zamanla bundan emin olmaya başlayınca “Buradan çıkmak istiyorum” der. “Kollara ve bacaklara sahipsem bunun bir anlamı olmalı. Çünkü bu dünyada yaşamak için ne kollara, ne de bacaklara muhtacım. Hayat bu karanlıktan ibaretse, gözlere de muhtaç değilim. Ağzım olmadan önce de yaşıyordum, kulaklarım olmadan önce de yaşıyordum ve üstelik bunların oluşumu benim irademle olmadı. Ben hiçbir şey yapmadan büyüyorum. Saçlarım çıkıyor, parmaklarım belirginleşiyor, büyüyor ve ağırlaşıyorum. Hayır, hayır ben bir şeye hazırlanıyorum. Bu dünya değil. Burası geçici, ben buradan ayrılacağım. Ve kucağında olduğum şeyi göreceğim.” Ve annesinin karnını tekmeler. Vakti geldiğinde, ışığa doğru yolculuğu başlar. Geçilmesi imkânsız gibi görülen bir yerden çıkarak, varlığından haberdar olmadığı ışığa ulaşır. Mutlak varlık zannettiği şeyin şimdi onu kucağına almış gülümseyenin kendisi olduğunu anlar.

Bütün o karanlık, o kanla yaşadığı hayat bir aldanıştan ibaretmiş, bir kendini kandırmadan bir hazırlıktan ibaretmiş. O karanlığın sahibi, meğer şimdi onu göğsüne bastıran ve “Ya işte böyle” diyen annesiymiş. Demin içindeydi ve ondan habersizdi, şimdi kollarında ve ona muhtaç. Diyor ki “Seni tekmelediğim için, seni bilmediğim, senden habersiz yaşadığım için beni affet. Şüphesiz ben senin bağışlamana, ben senin merhametine muhtacım. Ben esasen kendi başına yaşayamayacak ve senin merhametin olmadan ayakta bile duramayacak bir zavallıyım. Hâlbuki sen benim annemsin, sen benim her şeyimsin. Bana kızman, beni ciddiye alman ve bana rahmetten başka bir şekilde davranman mümkün olabilir mi? Bak senin kollarında ne kadar küçük ve ne kadar çaresizim. Ve senin kollarında senden bir parçayım. Ben senim ve sana döndüm.”

O artık, gerçek sandığı yeni bir hayatın içindedir. O karanlığı, o kanla beslendiği günleri unutacak, o esareti hayatın kendisi olarak kabul ettiği zamanı unutacak ve yaşayamaya devam edecek. İhtiyaçları ile bağlandığı dünyanın, annesinin karnı gibi bir esaret olduğunu, ışık zannettiği şeyin bir karanlık olduğunu ve bütün yaptığının kanla beslenmek olduğunu ona kim söyleyecek? Bütün bu metafizik düşüncelere ne gerek vardır? Hayat budur. Onu altından ve üzerinden kuşatan boş ve sınırsız bir cosmos yani karanlık vardır. Ve o açlığıyla, mide açlığıyla, beden açlığıyla bu dünyaya bağlıdır. Bütün yapması gereken bunları tatmin etmek ve zamanı gelince ölüp gitmek… Gözleriyle görmese ölümü de inkâr ederdi. Ama var ve hepsi bu!

Peki, ama bütün bunlar ne için var?

Beyaz Geceler – Dostoyevski

Zarfı açtım. Ondandı.

Bağışlayın beni. Ayaklarınıza kapanarak bağışlanmamı diliyorum. Hem sizi, hem de kendimi aldattım. Bir düş, bir hayaldi bu. Bugün sizi düşündükçe içim parçalandı. Beni bağışlayın!

Ne olur beni suçlamayın. Çünkü size karşı hiç değişmiş değilim. Sizi seviyor, sevgiden büyük bir duygu besliyorum. Tanrım! Elimden gelse de ikinizi birden sevebilseydim… Ne olur, siz o olsaydınız!”

“Ah Nastenka bu sözünü hiç unutabilir miyim?”

“Sizin için şimdi neler yapmak istemezdim! Sizin ne durumda olduğunuzu, ne kadar üzüldüğünüzü biliyorum. Kırdım sizi. Ama herhalde bilirsiniz, seven gönül, kırgınlığı çabuk unutur. Siz de beni seviyorsunuz.

Teşekkür ederim. Beni sevmiş olduğunuz için teşekkür ederim. Çünkü bu sevgi, uyandıktan sonra uzun süre unutulmayan tatlı bir düş gibi saplandı yüreğime. Çünkü bana içinizi kardeşçe açtınız; huzur vermek, iyi etmek, korumak için yaralı yüreğimi kabul etmek büyüklüğünü gösterdiniz. Beni bağışlamakla, anınızı sonsuz şükran duygularımla birlikte bir kat daha yüceleştirmiş olursunuz. Anınızı yaşadığım sürece yüreğimde taşıyacağım. Onu koruyup bağlı kalacağım, benden hiçbir ihanet görmeyecek. Çünkü ben önce kendi kendime ihanet edemem. Daha dün bu kalbin, ait olduğu kimseye bir an içinde nasıl döndüğünü gördünüz.

Sizinle görüşeceğiz; bizi terketmez, gelirsiniz. Her zaman arkadaşım, kardeşim olacaksınız… Karşılaştığımız zaman bana elinizi uzatacaksınız, değil mi? Elinizi uzatacak, bağışladığınızı söyleyeceksiniz. Beni hala eskisi kadar seviyor musunuz?

Ah, ne olur, sevin beni, unutmayın. Çünkü şu anda sizi o kadar çok seviyorum ki bilemezsiniz!.. Hem sizin sevginize layığım, hak edeceğim onu sevgili dostum!

Önümüzdeki hafta evleneceğim onunla. Geri döndüğü zaman beni hala seviyordu, hiçbir zaman da unutmamıştı… Mektubumda onun sözünü ettiğim için beni bağışlayın. Ama onunla birlikte size gelmek istiyorum. Onu da seveceksiniz, öyle değil mi?

Beni bağışlayın, unutmayın ve sevin.”

Mektubu bir daha, bir daha okudum. Gözlerim dolmuştu. En sonunda mektup elimden düştü, yüzümü ellerimle kapadım.

Matriyona’nın sesi yeniden duyuldu:

-Bak bey, sana ne söyleyeceğim!

-Söyle bakalım, ana.

-Tavandaki örümceklerin hepsini temizledim. Aman bu fırsatı kaçırma, ya evlen, ya arkadaşlarını çağır; bir şeyler yap işte…

Matriyona’ya baktım. Nedendir bilmem henüz genç ve dinç olan bu kocakarı, o anda gözlerinin feri kaçmış, yüzü buruşmuş, beli bükülmüş, iyice yaşlanmış göründü. Duvarlar, döşemeler soluklaşmış, eşyalar rengini atmıştı. Her taraftan örümcekler sarkıyordu. Pencereden dışarı bakınca, karşıki evin de çökmüş, donuklaşmış bir görünüşe büründüğünü, sütunların badanasının parça parça döküldüğümü, dış süslerinin kararıp yer yer çatladığını gördüm. Duvarlar o parlak sarılığını yitirmiş bozlaşmıştı.

Güneş yağmur bulutunun arkasından şöyle bir bakıp sonra tekrar gizlendiği için mi böyle her şey gözüme renksiz görünmüştü? Yoksa hüzünlü, somurtkan geleceğimi bir süre hayalimde canlandırarak, on beş yıl sonraki durumumu, gene yalnız, gene aynı odada, yıllar geçtiği halde zerrece akıllanmayan Matriyona ile birlikte daha da yaşlanmış olarak mı görmüştüm.

Ama sana kin bağlamak mı, Nastenka?.. Tertemiz pırıl pırıl mutluluğuna gölge düşürmek mi? Acı sitemlerimle sen kederlendirip gizli azaplar vererek, en mutlu anlarında yüreğinin acıyla çarpmasını ister miyim? Gelin olduğun gün, onunla birlikte yürürken siyah saçlarını süslediğin narin çiçeklerden tekini bile soldurabilir miyim? Bunları ben mi yapacağım, Nastenka? Asla, asla! Göklerin her zaman açık olsun, sevimli gülümseyişin parlaklığını, mutluluğunu yitirmesin. Yapayalnız yaşayan, sana karşı şükranla çarpan bu yüreğe tattırdığın mutluluk anından dolayı seni hep hayırla anacağım.

Ulu Tanrım! O ne uzun, mutlu bir andı! Bir insana ömrü için böyle bir an yetmez mi?

Dostoyevski, Beyaz Geceler, Türkçesi Mehmet Özgül, Engin Yayıncılık, İstanbul, 1993

Not: Kahramanımızın kastettiği an, Nastenka’nın elini tuttuğu andır.

HAZLAR

Bir bebeğin kocaman gözleriyle, hayret, şaşkınlık ve hayranlıkla baktığı yerde olmak; henüz net olarak göremediği bir buğuya gülümsediğini bilmek güzel şeydir. Küçücük bir kızın, bir çiçeğin yaprağını, bir su damlasını, usul usul yürüyen bir böceği, sonsuz bir merakla seyredişini temaşa etmek güzel şeydir. Sabah sislerinden yükseklerde uyanıp, güneşin beyaz pamukları, kumaş boyayan kadınlar gibi kızıla kalbetmesini seyretmek güzeldir. İkindi güneşi, hışırdayan ağaçların arkasında parıltılar saçarken, rüzgâr çıplak ayaklarını okşarken, en tepelerde uçmaktan hoşlanan kuşların süzülüşünü seyretmek güzeldir. Soğuk kış gecelerinde, karlı yollarda saatlerce yürümek ve sonra sımsıcak suyun altında, kemiklerin çatırdarcasına uzanmak güzeldir. Bir zamanlar kalbini vermiş olduğun bütün kadınları aynı rüyanın içerisinde, kızıl bir ufka doğru, yan yana oturmuş, sohbet ederken görmek ve onların büyülü sözlerini dinleyerek uyanmak güzeldir. Bir rüya gibi güzel ve zarif kadınlar sevmiş olmak ve sevmiş olmaktan pişman olmamak ve onlar için ama her biri için hala dua edebiliyor olmak güzel şeydir. Bulutsuz gecelerde, hava ne kadar soğuk olursa olsun, boynun ne kadar ağrımış olursa olsun, bir teleskopun arkasında, Cenab-ı Hakk’ın ziynetlerini incelemek güzeldir. Bir sanat müzesinde, ürkek değil, bilmiş adımlarla yürümek, hiçbir suni ifadeye bürünmeden, bir dâhinin eseri önünde vecde gelmek, adına entelektüel denilen burjuva bilgelerini her ne konuda iddia sahibiyseler o konuda mağlup edebilmek güzeldir. Güçlü olmak, kararlı olmak, çalışmak, yorulmamak, herkes vazgeçip döndüğünde inat edip devam etmek güzeldir. Küçük adamların düşmanı, büyük adamların dostu olmak güzeldir. Kıskanılmak, nefret edilmek, imrenilmek, âşık olunmak fakat her hâlükârda saygı görmek güzeldir. Bir mağazadan içeri girdiğinde, tezgâhtarların kenara açılması ve sen bir şeyler seçip birbiriyle eşleştirirken hayran gözlerle takip ediyor olmaları güzel şeydir. Evet, bütün bunlar güzel şeylerdir.

Okkalı bir kahve, iyi sarılmış bir puro, koyu bir çikolata, güzel oyulmuş bir pipo, güçlü bir araba, hızlı bir motor… Bunlar bile güzeldir…

Hülyalı gözler, dalgalı saçlar, kavisli kaşlar, saten bir ten, karanfil parmaklar, kiraz dudaklar zaten güzeldir…

Zevk sahibi olmak, zevk vermeyi bilmek, hayattan zevk almak güzeldir. Güzel giyinmek, güzel konuşmak, güzel olmak, güzelden anlamak güzeldir. Lakin…

Lakin bütün bunları bir saniye düşünmeden arkamda bırakıp gidebilirim. Çünkü hepsinden öte, her şeyden öte bir haz var şu hayatta…

Sonsuzu düşünmek ve büyüklerin yazdıklarını okumak…

İşte bunlar bütün hazların üzerindedir ve kıyas kabul etmeleri mümkün değildir. Bu yüzden hayat bana ne sunarsa sunsun, yine de saatlerce sessiz, tek başına oturup kitaplarımla hülyalara dalmayı tercih ederim ben.

Kesilen Elbise

Bir zamanlar bir kraliçe varmış. Elbisesi çok uzunmuş. Ve bir şövalye varmış. Şövalye çok aptalmış. O kadar aptalmış ki kraliçenin kendisini beklediğini bile unutmuş. Kraliçe kızmış ve “Ne oluyor?” diye sormuş. “Aptal şövalye elbisenizin eteklerine bakmaktan gelemiyor” demişler. Kraliçe “Kesin” demiş. Aptal şövalye kendisini mutlu eden etekler kesilince çok ağlamış. Göz yaşları içerisinde sürekli kısalan elbiseyi takip etmiş. Kraliçe her seferinde “kesin, kesin” diyormuş. Sonunda aptal şövalye üzerinde incecik bir örtü kalan kraliçeyi görmüş. Göz yaşlarını silmiş ve “Ne kadar aptalmışım demiş.” Kraliçe de “Hem aptalsın hem de şişkosun” demiş. Gökten üç kasa elma düşmüş; birincisi aptalların, ikincisi şişkoların üçüncüsü de elbise kesilip duruyor diye ağlayanların başına…

Yol Gösterici ve Yolcu

Bir peygamberle karşılaşan ve onu tasdik eden şu durumlardan biri üzeredir. Ya sözlerine bakarak onu tasdik eder ki bu Platon’un “bildiğini bilmek için önceden bilmiş olmak” dediği hâli gerektirir, ya âhlâkına bakarak tasdik eder ki bu Kant’ın “içimizdeki âhlâk yasası” dediği şeyin o kişinin içinde var olmasını gerektirir.

Platon’un bahsettiği durumda, Peygamberin söylediği bazı sözleri bilmek mümkün değildir. Çünkü onun bilgiyi getirdiği yerin bilgisi, onu bilmek yani hatırlamak yoluyla tasdik edecek kişinin hatırasında yoktur. İşte burada bilgisine sahip olduğu şeylerden yola çıkarak bilgisine sahip olmadığı şeyleri tasdik eder. Bu yol göstericinin yolu, yolcunun üzerinden geçirdikten sonra hakikate doğru uzatmasıdır. Yolun kendi istiabını kâmilen doldurduğunu gören yolcu, yolun geri kalanını yol göstericinin ardına düşerek gider. Fakat bu demek ki yol göstericinin, yolu, yolcunun üzerinden kâmilen geçirmesi gerekir. Yol gösterici, yolcunun bilgisini veya âhlâkını kâmilen kuşatamıyorsa ona yol gösteremez veyahut o yolcu, o yol göstericinin ardından gitmez.

FETRET I

Huzur ve şüphe,
uzayan gölgeler işte,
putların sükûtu,
harplerin putu
paganların işi
dogmaların direnişi,
her yerde fetret
adım adım cinnet
lanet sana ey yumak
okuyup yine okumak
lanetli kitapları hep
ısınan sinirler sebep
midemin bulantısı
ve bir kan pıhtısı
beynimde toplanmış
varlık yalnız kanmış
bir kan pıhtısı yalnız
bütün varlığımız
peki sebep bu ıstıraba?
şu sevimsiz seraba
kimin haliyse neden
bu gece bitmeden
uyansın artık!

R. Elçi -Mart 2015