TARİHTE BELİRİM

Giriş

Belirim terimi, bu makalede Evrende bir olgunun ya da bir üretimin ilk defa ortaya çıkması anlamında kullanılmaktadır. İnsanlık tarihi bu belirimlerin tarihidir. 

Tabiat insan için bütün belirimlerin başlangıç noktasıdır. Tabiatın bütün unsurları içlerinde yeni belirimlerin potansiyelini barındırır. İnsan bu potansiyellere belirim kazandırma konusunda hayvanların en maharetlisidir. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik de evrende ve tabiatta ortaya çıkmasını sağladığı belirimlerin çokluğudur. Çünkü o olmasa bunlar varlığa gelmeyecek ve varlık daha yüksek bir şiddetle belirmeyecektir.

Tabiat unsurları arasında belirim potansiyeli en yüksek olan nehirlerdir. Onlar insanlık tarihinin ispat ettiği gibi medeniyetin imkanıdırlar. Medeniyet insanın bu nehirlerle kurduğu ilişki sayesinde doğmuş ve gelişmiştir. 

Nehir havzalarında gelişen medeniyetler belirimlerini çevrelerine yayarak büyürler. Bu havzalarda ortaya çıkan medeniyetlere dahil olan toplumlar müştereken Nehir Medeniyetleri Belirimi’ni sınırlarına ulaştırırlar. İnsanlık bu havzaların etrafında en doğudan batıya birbirine yakın görünümlere ve belirimlere sahip olur. 

Nehir Medeniyetleri Belirimi insanlığın Toplam Belirim Ufku’nu bir sınıra kadar yükseltir. Bu sınır aşılamadığı takdirde medeniyet oldukça yavaş ilerler. Belirimler güçlükle ve az sayıda ortaya çıkar. Fakat bu sınır zorlanıp aşıldığında yani insanlığın Belirim Ukfu’nda bir kapı açıldığında yeni belirimlerin önündeki bariyer yıkılmış olur. Bundan sonra insanlık yeniden hızlı bir şekilde yeni belirimlere hayat vermeye başlar. Bu noktada insan da tabiatı kavrayışıyla birlikte süratle değişmeye başlar. 

Kopernik kendisinden önceki medeni dünyayı inşa eden Dünya Merkezli evren teorisini yıkıp yerine Güneş Merkezli Sistemi getirince Toplam Belirim Ufku  delinmiş ve yeni belirimlerin önündeki bariyer yıkılmış oldu. Eski sistemle ne felsefede ne de bilimde büyük bir atılım yapmanın imkanı yokken şimdi dünya yeniden yorumlanıyor ve eskinin kabulleri yenileriyle değiştiriliyordu. Bu da yeni olguların ve üretimlerin birbiri ardına belirmesi anlamına geliyordu. Bu devrimin ortaya çıktığı merkeze yakın olan Avrupa ulusları, bu belirimlere dünyanın geri kalanından daha önce muttali olduğu için hızla ilerlediler ve Batıyla Doğu, kavrayış, yaklaşım, felsefe ve bilimsel seviye bakımından ayrışmaya başladı.

Amerika Kıtasının keşfi, o zamana kadar neredeyse bakir kalmış, devasa bir tabiat imkanının ortaya çıkarılması anlamına geliyordu. Nehir Medeniyetleri ve etrafında gelişen diğer medeniyetler bilinen dünyanın bütün imkanını belirime çevirmişken Avrupa ulusları bilinmeyen ve belirime dönüştürülmemiş yeni topraklarla karşılaştı. Üzerindeki halkları yok edip asimile edip bu topraklardan süratle istifade etmeye başladılar ve bu şiddetli istismarın ortaya çıkardığı yeni belirimlerle doğu halklarıyla aralarındaki mesafeyi daha da açtılar. Doğu, Nehir Medeniyetleri seviyesinde kalırken Batı Avrupa iki yeni belirimin sınırlarına doğru yükseliyordu. Bu iki yeni belirim Yeni Dünya Tasavvuru ve Yeni Dünya’ydı. 

Doğunun eski büyük Nehir Medeniyetleriyle belirim bakımından arayı hızlı bir şekilde açmış bulunan Batı ulusları yeni bir insan tipinin belirimine de ön ayak olmuştu. Daha fazla belirime hayat vermek için yanıp tutuşan ve eskiyi, kurumlarıyla birlikte tarihe gömerek dünyayı yenilemek isteyen bir insan tipi… Burjuva diye özetlediğimiz bu insan tipi kısa zamanda Yeni Dünya Tasavvuru-Yeni Dünya Medeniyet Belirimi’nin belirim ufkunun sınırına dayandı. Tabiata “Bana şimdiye kadar vermediğin hangi gücü verebilirsin?” diye bakan bu insan o zamana kadar varlığı bilinen fakat üretimde kullanılması düşünülmeyen buhar gücünü makinelere tatbik ederek sınırına hızla ulaştığı yeni belirim ufkunu deldi ve o delikten yeni belirimler yağmaya başladı.

Henüz Nehir Medeniyetleri Beliriminden Yeni Dünya Tasavvuru-Yeni Dünya Belirimi’ne geçememiş olan doğu halkları çaresiz gözlerle Sanayi İnkılabı ve belirimlerini seyrediyordu. Bu belirimlerin yatağı olan merkezlere yakın olan, aralarında fikir ve teknoloji transferi bulunan Batı Avrupa halkları süratle gelişirken diğerleri uzaklıkları nispetinde geride kaldılar.

Yeni gücün, yeni enerjinin verdiği şevkle yeni belirim ufkundan yağan belirimleri birer birer varlık sahasına taşıyan Batılı (bir süredir Batı ve Doğu birbirinden ayrılmış ve Batılı dediğimiz bir insan tipi ortaya çıkmıştı) kısa sürede, elektriği, petrolü, nükleer enerjiyi istismar edebilecek kabiliyete ulaştı. Bütün bu belirimler insanlığın çehresini batıdan doğuya süratle değiştirdi. Değişimin ev sahibi olan Batı değişimin kurallarını tespit etti. Doğu, değişmezse yok olacağını anladı ve değişimin kurallarını kabul etmek zorunda kaldı. Bu da bütün dünyanın Batı Kültürünün tesiri altına girmesi demekti. Artık Doğu medeniyetleri son sözlerini söyleyerek dünya sahnesinden çekilmişlerdi. Dünya Batılılar ve Batılı olmaya çalışanlar arasında bölünmüştü. Bu çabaya girmeyenler hala Nehir Medeniyetleri belirim seviyesinde yaşamaktadırlar. 

Ve nihayet insanlık uzaya çıktı ve aya ilk adımını attı. Evren perspektifinden baktığımız zaman bütün dünya tarihinin en önemli olayı budur. Çünkü 5 milyar yıldır yani doğumundan beri dünyayı izlediğini varsayabileceğimiz teorik bir göz için ilk defa dünyadan dışarıya bir adım atılıyordu. Bu gözün perspektifinde bütün canlı tarihi aynı evin içindeki hareketlilikler olarak görülebilecekken şimdi biri/birileri evin dışına doğru ilk adımlarını atıyordu. İnsanın kendisi artık uzaylı olmuştu.

Ve internet ve yapay zeka… Bunlar daha önce zikrettiğimiz sıçramalar (Nehir Medeniyetleri, Kopernik Devrimi, Yeni Dünyanın Keşfi, Sanayi İnkılabı) gibi telakki edilebilir mi tarih gösterecek. Fakat zeka şimdiden çok önemli görünmektedir. Çünkü evrende ilk defa yeni belirimlere hayat vermek bakımından insanla rekabet edebilecek bir varlık vardır. Belki de bu zeka, ileride başka barajları yıkacak ve hem o hem de biz yeni belirimlerle karşılaşacağız. Nasıl ki biz tabiatı tabiat da bizi değiştirdiyse, yapay zeka evreni evren de onu değiştirecektir.

Tarihin büyük çarkları işte böyle işlemiştir. Şimdi bu büyük çarklar arasındaki bağlantıları sağlayan daha küçük çarklarla birlikte bütün mekanizmaya biraz daha yakından bakalım.

Mekanizmanın İşleyiş Özeti

I

       İmkan Potansiyel Karşılaşma Belirim

  1. Vahşi tabiat kendini bir imkan olarak sunar (Nil). İnsan bu imkanı açacak potansiyelle gelir (Kadim Mısır halkı). Belirim için uygun karşılaşma gerçekleşir. İnsan tabiatı, tabiat insanı dönüştürür (Mısır tarihi). İmkan belirime dönüşür (Mısır Medeniyeti).
  • Başka bir imkana (Ege Denizi) yaslanarak farklı bir belirime (Homeros öncesi Yunan) hayat vermiş bir halk (Yunanlar) kendini bir imkan olarak sunan belirimle (Mısır Medeniyeti) karşılaşır. Belirime uygun bu karşılaşma henüz gelişim aşamasındaki halkı (Yunanlar) dönüştürür. Bu halk kendi belirimiyle, karşılaştığı belirimi kaynaştırıp daha büyük bir belirimi ortaya çıkarır (Yunan Medeniyeti). Beliriminin sınırlarına ulaşmış olan eski halk için bu karşılaşma, beliriminin sınırlarına ulaşmamış kavim kadar dönüştürücü olmaz. Mısır aynı kalırken Yunan değişir.
  • Yunan Medeniyeti beliriminin sınırlarına ulaşıp kendisini bir imkan olarak sunar. Farklı bir imkandan (İtalya’nın siyasi ve kültürel çeşitliliği) doğan farklı bir belirime sahip yeni bir halk (Romalılar) gelir ve beliriminin sınırlarına ulaşmış dolayısıyla daha fazla değişemeyecek olan halkın öğrencisi olur. Karşılaşma Romalıyı değiştirip medeniyet seviyesine yükseltir. Yunan Medeniyeti beliriminin sınırlarına ulaştığı için bu karşılaşmadan daha az etkilenir. Fakat bu örnekte yeni gelen aynı zamanda fatih bir kavim olduğu için eski belirimin sahipleri özgürlüklerini yitirir. Belirimini aktardıktan sonra tarih sahnesinden çekilir.  

II

Potansiyel Yetersizliği

  1. Beliriminin sınırlarına ulaşmış olan halk (Roma) kendisini bir imkan olarak sunar. Yeni gelenler (Barbar Kavimler) bu imkandan istifade edebilecek bir potansiyele sahip değildir. Bu imkanın sunduğu belirimleri anlayabilecek, kendi hayatlarına uygulayabilecek ve geliştirebilecek kavramlara sahip değildir. Dolayısıyla bu karşılaşma yeni ve daha büyük bir belirime dönüşmez. Gelenler medeni olarak geri olmalarına karşın kalabalıktır ve aniden saldırarak eski medeniyeti yıkarlar fakat yerine yenisini inşa edemezler. Bu coğrafyada belirimler sönümlenmeye ve insanlık bildiklerini unutmaya başlar. İlerleme olmaz. Tarih durur.
  • Beliriminin sınırlarına ulaşmış olan halk (Çin) kendisini bir imkan olarak sunar. Yeni gelenler (bazı Türk ve Moğol kabileleri) istilacı olarak gelmiştir. Kendini imkan olarak sunan kavim, istilacıları püskürtecek ordulara ya da asimile edecek insan kalabalığına sahiptir. Belirim yok olmadan, sönümlenmeden kendini yeni zamanlara aktarır. Fakat gelişimi oldukça yavaş seyreder.

III

İki Belirimin Birbirine Tercüme Edilemezliği

Kendisini bir imkan olarak sunan halk (Çin) yeni gelenle (Hunlar, Gök-Türkler) birbirinden oldukça farklı belirimlere sahiplerdir. Bu iki belirimi meydana getiren coğrafyalar birbirine kültür aktaramaz durumdadır. Bu sebeple karşılaşma her iki tarafta da büyük dönüşümlere ve belirimlere yol açmaz. Bozkır halkı Çin’i bozkıra taşıyamaz ve Çinli, çeltik tarlaları arasına göçebe kültürü aktaramaz. Ortaya yeni bir medeniyet terkibi ve belirimi çıkmaz. İki kültür yan yana, fazla değişmeden yaşamaya devam eder. 

IV

İmkana Yakın Olanın Avantajı

  1. İmkan sunan coğrafyaya yakınlık: İlkçağ: Nil Nehri havzasındaki kadim Mısır halkı. Fırat ve Dicle kıyılarındaki Sümerler, İndus ve Ganj’dan istifade eden Hintliler, Sarı Nehir ve Yang-tze’yle etkileşen Çinliler. Ortaçağ: Ege, Marmara ve Karadeniz’e ulaşma imkanı olan Osmanlılar. Güçlü Türk boylarının batıya göçünden istifade ederek Bozkırda rakipsiz kalan Moğollar. Yakınçağ: Atlas okyanusuna kıyısı olan Portekiz, İngiltere, Fransa, İspanya…
  • İmkana dönüşmüş toplumlara yakınlık: İlkçağ: Nehir Medeniyetlerine komşu olan Persler, Hititler, Yunanlar. Ortaçağ: İslam medeniyetine yakın olan Türkler, Yahudiler, Ermeniler, Afganlar. Yakınçağ: Kopernik Devriminin yaşandığı Avrupa kültür ortamında bulunan İtalya, Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre. 

V

İmkana Uzak Olanın Dezavantajı

  1. İmkan sunan coğrafyaya uzaklık: İlkçağ: Nil, Fırat, Dicle, Ganj, İndus, Sarı Nehir, Yang-tze nehirlerine uzak olan bütün toplumlar. Ortaçağ: Akdeniz’e uzak olan orta ve Batı Avrupa halkları. Yakınçağ: Atlas Okyanusuna uzak olan toplumlar. 
  • İmkana dönüşmüş toplumlara uzaklık: İlkçağ: Nehir Uygarlıklarına uzak olan toplumlar. Ortaçağ: İslam Dünyasına, Doğu Roma’ya ve Çin’e uzak olan toplumlar. Yakınçağ: Rönesans ve Avrupa kültür ortamına uzak olan toplumlar.  

VI

Yeniliğin Gücü

  1. İmkanı belirime dönüştüren avantajlıdır: Rakiplerinin bilmediği bir bilgiye sahip olmuştur. Bu yeni olgu ya da icat onun belirimini büyütür. Diğerleri bu belirimi öğrenmeye çalışırken başka bir belirimin peşine düşebilir.
  • Yeni bir belirime sahip olan, diğer toplumların alakasını cezbeder: Onların bu alakası istilaya uğramasına sebep olmuyorsa kültürünü ve medeniyetini aktarabilir. Böylece ekti sahasını genişletir. (Şimdilerde her gün yeni bir belirime hayat veren Batının tartışmasız kültürel üstünlüğü rakiplerinin yeniliklere kayıtsız kalamamalarındandır. İnterneti reddetmenin imkansızlığı…)

VII

Açılmış Kutularla Uğraşmanın Yararsızlığı

Geçmişte büyük belirimlere sahip olan fakat belirimi sınırlarına ulaşmış ya da sönümlenmeye başlamış olan halkların geçmiş üstünlüklerine, geçmiş tefekkürlerine dönmeye çalışması patlayarak içindeki belirimleri saçmış bulunan eski balonları şişirmeye çalışmak gibi beyhude bir gayrettir. Yeni belirimlerin peşine düşmeyen halklar geride kalmaya ve edilgen olmaya mahkumdur. Geçmişe saplanıp kalmak bir medeniyet intiharıdır. 

VIII

Bizi Bekleyen Kutular

  1. Yeni coğrafi imkanlar: Artık dünyada keşfedenlerine yeni imkanlar sunacak bir coğrafi alan yoktur. Yeni imkanlar uzaydadır. Bu imkanlara daha önce ulaşıp oradaki kapalı kutuları açanlar kendi medeniyetlerine zenginlik, bilgi ve daha büyük bir belirim taşıyacaklar.
  • Evrende açılan her kutu aynı zamanda insanın içinde açılır. Evrene dair öğrendiğimiz her bilgi kendimize dair de bir bilgidir. Bilim yolculuğu insanın kendine yolculuğudur. Bizim içimizde de açılmayı bekleyen kutular var.
  • Yapay zeka, evrende belirimlere sebep olan yegane varlığın, bu görevi, kendi eliyle ürettiği başka bir belirime devretmesi demektir. Bundan sonra yapay zeka evrendeki belirimleri ortaya çıkarmakta bizimle yarışacak. Belki de bizi geçecek. Ve daha uzak bir gelecekte yapay zeka kendi adına yeni belirimlere yönelecek. Evren onu o da evreni değiştirecek.

Not: Bu makale, aynı adı taşıyacak ve bu perspektifle izah edilecek bir tarih anlatısını da içerecek olan kitabın özetidir.

Akıl Ve His

Felsefe: Akılla akletmek. Sanat: Akılla hissetmek. Din: Hislerle akletmek. Tasavvuf: Hislerle hissetmek.

Felsefe yaparken sadece akıl kullanılır, bu açık. Felsefeye duyguları karıştırmak felsefenin yozlaşmasına sebebiyet verir.

Sanat yaparken, akıl hislere önderlik eder. Aklın dizginlerini kaybettiği bir sanat delice hezeyanlara dönüşür.

Aklı olmayan birinin dini olamayacağı gibi hissedişi olmayan birinin dini de olmaz. Fakat çıkış noktası bir akıl yürütmeye dayanmaktadır; görülen güçlerin arkasında görülmeyen bir güç olmalı. Bu akıl yürütme o görülmeyen gücü hissetmeye yönelir. Yine de din, -en azından İslam- akla davet eder. “Akletmez misiniz?”

Tasavvuf hissetmekle başlar ve hissetmeye yönelir. Çünkü sufi görülmeyenin ardındaki gücü hisseder ve aklederek ulaşamam der. Daha doğrusu bunu bile diyemez. Çekilir ve kendisini çekene teslim olur. Din daha kuşatıcı bir akla teslim olmakken, tasavvuf kuşatan bir hisse teslim olmaktır.

Akılla ilişkisinden dolayı din, kendisini felsefeye müracaat etmeden savunamaz. Ne kadar felsefikse o kadar güçlüdür. Yani ne kadar aklî ise… Tasavvuf ise ancak sanata müracaat edebilir. Akla müraccat etmeyen bir din nasıl yozlaştırıcıysa, sanat dışında anlaşılmaya çalışılan tasavvuf da maksadından o kadar uzaklaşmaktadır. Felsefe kendinden geçirmez, bunu sanat yapabilir. Filozofun ve din adamının işi kitaplarladır, sanatçının ve sufininse duyularla…

Gibi geliyor bana…

YILDIRIM VADİSİ

Cihan kızıl kan kesilmiş… Cesaretin çocukları karanlık gecelerde güven yurdunu terk edip yıldırım vadilerine inmiş. Gök gürlüyor… Yaratan her yanda kılıçlarını çekmiş. Sema beyaz parıltılarla yıkanıyor. Ah hadsiz çocuklar; nerede bir put görseler üstüne yürüyorlar! Dillerinde uzak bir şarkı: “Batanları sevmeyiz” diyorlar. Büyük sözler bunlar ama çocuklar küçük henüz. Melekler yüzlerini kapatmış; endişe ediyorlar. İşte bir tanesi ağır bir baltayı, yolları kesen bir putun boynuna savuracak. Eyvah putların sahibi, o haddini bilmezi kaldırıp yere vuracak. Fakat takva elbiseleriyle, geceyi bürünmüş civanmertler evlatlarını savunmak için er meydanına iniyor. Yıldırım içen kalkanlar harbin semasını örtmüş de, alevli yıldırımlar, hadsiz başları kesmemiş. Kimse kırılan putların hesabını o hadsizlerden sormuyor. Ve o mana sultanları, zırhsız evlatlarını meydandan topluyor. Ey uyuyanlar; siz uyuyun! Cihadın en büyüğü şiddetiyle sürüyor. Şimdi ey kanayan yürek parçası! De ki “Ey şeytanımı azarlayan ve ey takvasının gölgesinde cüretimi bağışlatan, siz olmasanız ben kaybedenlerden olmuştum.” Ey kelimelerden başka bir mahareti olmayan; kirli elbisenden soyun! Oynadığın bu korkunç oyun seni mahvedecek. Şimdi sadağından bir ok daha çek fakat de ki “Her ilham senden; her sözüm senin adın” ve anla ki attığın zaman sen atmadın…13645188_572787196226822_8395112193374894158_n

GÜNEŞE ÇIKMAYAN KERTENKELE

342b6e3e597a944a60db65eecec56d15-Sevgili dostum. Dün hiç güneşe çıkmadığını fark ettim. Belki özel bir nedeni vardır rahatsız etmeyeyim dedim. Fakat bugün de seni göremeyince doğrusu merak ettim. Bu tuhaf durumun sebebi nedir?

-Sence tuhaf olan benim durumum mu yoksa diğer kertenkelelerin durumu mu?

-Ne demek istiyorsun?

-Hergün aynı şeyi yapmak! Yani güneş bulutların arasından sıyrılınca koşarak dışarı çıkmak. Derimizin ihtiyacı olan enerjiyi toplarken bir taraftan, bir taraftan da düşmanları kollamak. Bir yırtıcı kuş, bir fare ya da başka bir hayvan görünce endişeyle karanlıklara saklanmak, sonra yine ilk fırsatta dışarı çıkıp, endişeden ve korkudan titreyerek son zerresine kadar güneşi toplamaya çalışmak. Bu arada bir iki sinek yakalayıp mideye indirmek ve gece, ertesi güne enerjimiz kalsın diye uyuklamak. Bütün bir ömrü bu şekilde geçirmek ama bu hayatın anlamı üzerine hiç düşünmemek ve düşünecek vakit bulamamak tuhaf değil de benim yaptığım tuhaf öyle mi?

-Güneş ışığı olmadan yaşayamayacağımız aşikar olduğuna göre, güneşe çıkmanın bahsettiğin tehlikeleri beraberinde getirdiği de aşikar olduğuna göre, şayet dikkat etmez isek mideye indirileceğimiz de aşikar olduğuna göre ve hatta o tiksintiyle bahsettiğin sinekleri mideye indirmemiz gerektiği de aşikar olduğuna göre,neden düşünelim ki? Düşünmenin bize ne faydası olabilir ki? Gündüz güneşlenmek içindir gece de istirahat edelim diyedir. Hayatımız da işte bunlara bağlı ve bunlara göredir.

-Sence böyle yaşayan birine yaşıyor denebilir mi? Bütün bu söylediklerini yaşamak için yapıyoruz ama bunları yapmaktan yaşamaya hiç fırsat bulamıyoruz. Bunu nasıl kabul edebiliyorsun?

-Peki sen ne öneriyorsun?

-Geri çekilmeyi. Telaşı ve endişeyi bırakmayı. Tutunmaya çalışmamayı ve sürünmeye razı olmamayı.

-Fakat bu bedenini mahveder ve sen adım adım ölürsün.

-Ne olur ki ölürsem? Düşünmek ve endişe duymamak ve huzur içinde bir gün geçirdikten sonra usul usul ölmek ve tabiatın o hiç değişmeyen uyumuna dahil olmak… Bu bana korkutucu gelmiyor.

-Uyumdan bahsediyorsun…

-Ve bütün bu çabaların uyumu bozmaya çalışmak olduğunu acılarımızın da bundan kaynaklandığını düşünüyorum.

-Tabiatın uyumunun senin çabalarına bağlı olduğunu hiç düşündün mü?

-Nasıl yani?

-Kuralı bilirsin, davranışın bütün kertenkeleler için uygulanabilir olmalı. Bütün kertenkeleler senin gibi davransa dünyada kertenkele kalmaz ve o bahsettiğin uyum bozulurdu.

-Yanılıyorsun. Dünya kertenkelelerin yerine başka bir canlı türü koyarak yoluna devam ederdi. Düzenini ve dengesini yeniden inşa ederdi. Ve bir kez daha yanılıyorsun. Kertenkelelerin var olmaması dünya için nasıl bir şey değiştirmezse, dünyanın var olmaması da hiç bir şeyi değiştirmezdi. Hem sürünmeye geldiğimiz ve sürünmezsek yaşayamayacağımız bu dünya yok olsa daha memnun olurum. Ve sana şunu da söyleyeyim, şu düşünceye ayırdığım vakitlerde bir şeyi daha anlar gibi oldum.

-Neymiş o?

-Dünya ve içindekiler bir denge arayışındaysalar, daha büyük bir uyum ve denge arayışı da vardır ve bir gün dünyanın geçici varlığını ortadan kaldıracaktır. Şu halde dünya için de endişelenmeye gerek yok. Çünkü dünyayı döndüren şey bir çaba, ebedi mutluluk ve huzursa çabasız bir sükûnda.

-O ebedi uyumun sürebilmesi için, benim dışarı çıkıp güneşlenmeye devam etmem, seninse burada felsefi sorularla oturman gerekiyorsa, o ebedi uyum benim bir kaç sineği daha mideye indirmemi fakat senin yavaş yavaş çürüyüp toprağa karışmanı istiyorsa, biz bu tartışmamız bir sonuca varmayacaktır. İyisi mi ikimiz de işimizi yapalım. Haydi sağlıcakla kal.

-Haydi git! İkimize de afiyet olsun. Sen sineklerle beslen, ben hüzünlerle. İkisi de aynı yerden nasıl olsa.

BÜYÜK ÜLKELERİN AMCALARI VARDIR

Sevgili Ülkem. Bana nasıl davrandığını görmüyor değilim. Dile gelsen: “Sana ihtiyacım yok, defol git!” diyeceksin. Biliyorum bana ihtiyacın yok. Ne düşünceme, ne davama, ne de varlığıma… Üç yıldır her salı günü verdiğim edebiyat dersine 4 – 5 kişinin geliyor olması, 17 yıllık edebiyat hayatımın neticesinin neredeyse başladığım yer olması bu kanaatimin haklı gerekçeleri. “Biz yazdıklarını çok seviyoruz” diyenler olacaktır. Doğrusu ne kadar kötü yazarsam yazayım böyle diyen birileri zaten olur. Bir şekilde kitabı basılmış herkesin “Biz yazdıklarını çok seviyoruz” diyen bir kaç okuru vardır. Hayır, hayır artık kendimi kandırmıyorum. Bana ihtiyacın yok.
Benim hayatım 24 yaşımın Nisan ayında sona ermişti. 12 senedir, mutlu olmak için değil sana yararlı olmak için yaşadım. Sen de beni istemiyorsun. Öyle olsun. Yaşama sevincimi alıp götüren ve 12 yıldır bir ceset gibi yaşamama sebep olan o hanımefendiye söylediğim şeyi sana da söyleyeyim. “Yine de ne zaman başın sıkışırsa, hiç çekinmeden söyle. Acaba bu kadar yıldan sonra ne der? diye düşünme. Burada bir erkek yüreği atıyor. Hani o düşmanlarının bile sığındıklarında huzur buldukları gerçek erkeklerin yüreği…” Evet sevgili ülkem bu senin için de geçerli. Yirmi sene sonra, otuz sene sonra, hâlâ hayattaysam elli sene sonra, ne zaman başın sıkışırsa “Gel” demen yeterli. Çünkü kucağında yatan şehitlerin ve göğsünden yükselen mabetlerin bende tükenmez hatırı vardır. Amcalar çok ortalarda görünmezler, başımız sıkışınca anarız. Sen de öyle yap. Çünkü büyük ülkelerin amcaları vardır.9412d5ba62c6a2c3e20236481439eda1

İyiyi Ararken Ölçülü Olmak

İnsanın başlangıçta iyi bildiği şeye yönelmesi iyidir. Daha sonra iyi bildiği şeyleri yapmaya devam ederken “Bunlar gerçekten de iyi midir?” diye sorgulaması ve bunların yeterince iyi olmadığını anlayıp daha iyiye yönelmesi daha iyidir. En iyi olansa iyinin kendisidir. Ne mutlu onu bulanlara.

En kötüye gelince. O iyinin gerçekte ne olduğunu hiç sormamak ya da bunu sorup durmaktan iyilik yapmaya hiç başlayamamaktır. Yani kendinize bir ölçü edinin ve o ölçünün gereğini yerine getirin.

Yazmak

Büyük bir yığının önünde durmaktasın. Her gelen kendinden bir şey taşımış. Her gelenle birlikte bir hayat taşınmış bu yığına. Düşüncelere temas ederken insan hayatları geçit resmi yapıyor gözlerinin önünden. Bir kulağında zamanın dev çarkının gürültülü dönüşü, diğerinde kâinatın ahenkli nağmeleri… Bir gölgeler koridorunda hakikati taşıyacak muhkem sütunu aramaktasın. Parmakların pençeler haline gelmiş, istemsiz olarak boşluğa savuruyorsun. Bir başlangıç arıyorsun ya da sonsuza uzanan bir gidişin ipini yakalamak. Kalbin bir körük haline gelmiş; bazen alev soluyup buhar üflüyorsun bazen hayat soluyup ateş… Kanın o kadar ısınmış ki ellerin buz tutmuş. Göz bebeklerin yanıyor, kafanın içi bir cehennem kazanı gibi, ateşin var sürekli, ateşin var ve yorgun düşmüşsün. Rüyaların uyanıklığına dâhil olmuş, ayakta hayaller görüyorsun. Mekân esniyor, zaman pıhtılaşıyor ve devlerin ayak sesleri pencereleri sarsıyor.
Koltuktan inen bacaklar, masaya tutunan eller ve muhayyilenin cinnete doğru savurmasından çekinerek “gerçeklik”te kalma çabası. Çalışma masan ölülerin dirilip ortada dolaştıkları bir mezarlık; öyle bir mezarlık ki yalnızca büyükler gömülmüş; yalnız büyükler diriliyor. Bu cılız gövdenle bu dehşete tahammül edeceksin. Bir harfin karmaşadan belirginleşip kâğıdına düşmesi için bir ay beklersin, bir kitaplığı dolduracak sözler bir anda boşalıverir. Büyükler konuşmaya başlayınca “susun” demek olmaz.

Ya bedeni ihtiyaçlar… En münasebetsiz zamanda acıkan mide, en olmayacak zamanda sıkışan böbrekler… Bir bedenle var olduğun için isyan etmek. Keşke baştan ayağa bir düşünce olsaydım demek. İhtiyaçlarını görüp geri geldiğinde seni terk etmiş olabilirler veyahut seninle birlikte ihtiyaç gördüğün yere gelirler. “Ne bakıyorsunuz; siz de bu hallere düştünüz!” diye bağırmak. Kitap tozlarıyla dolmuş tırnakları, düşünce teriyle yağlanmış saçları yıkamak için suyun altına girmek ve saatler sonra hatırlamak yıkandığını. Aynada çırılçıplak bedenine bakmak ve ıslak saçlarla koşmak kitaplara…

Büyüyen gözbebekleri, ışığa duyarlılık, karanlığa ihtiyaç, yalnızlığa arzu, gürültüye nefret, pencereyi açmak ve “Susun” diye bağırmak. Yorgun, çaresiz, tükenmiş bir halde geriye kalan şeye bakmak. Yazdıklarını okumak ve memnun olmamak… Haritalar, evler, mezarlıklar, heykeller, resimler, sözler, tarihler, küçük notlar, büyük notlar, tasarılar, tatminsizlik, her şeyi ihata edememek, kenarlarından notlar fışkıran kitapları çerçeveye almak ister gibi kollarını iki yana açmak…

Ve çaresizlik içinde kapanmak kollarına ve hıçkırarak ağlamak… “Ben yapamıyorum!” diye haykırdığın an omzunda bir elin varlığını hissetmek. “Sen yapacağını yaptın şair gerisi bize kaldı” sözünü duymak. Dağınıklığın toparlanması, düşüncelerin bir araya gelmesi, netleşen resimler, canlanan heykeller, bacası tüten evler, vatan haline dönen haritalar, hayatın başlaması ve fildişi mahfazasından çıkarılan altın kalemin parşömen kâğıtlara dokunması…
Yıllar süren hamileliğin sonunda kanlar içinde doğan bebek, önce ilgisizliğin ve anlayışsızlığın yollarında emekleyecek, sonra kendi ayakları üzerinde doğrulup ebediyete doğru yürüyecek. Ta ki yüzyıllar sonra, bin yıllar sonra bir adam büyük bir eser yazmak istediği zaman kulaklarında çınlasın ve çalışma masasında her satırı çizilmiş olarak yerini alsın…

İşte bunun adı yazmaktır dostum.

Korkma

Olimpos, Himalayalar’a tırmanmış bir idrake tanıdık ve sevimli gelecektir, Sarı Nehir ve Yangtze’yi geçmiş bir şuur, Rubicon’u aşarken korkmayacaktır. Nihayetinde Descartes, Gazzali’nin yankısıdır. İbn Arabi ile Kant’ı ayıran şey birinin dine bıraktığı alanı diğerinin doldurmasıdır. Itri’yi bilen Bach’ın karşısında ezilmez. Selimiye’nin kubbesi kadar genişlemiş bir sanat zevki, bütün Gotik kuleleri gönlüne sığdırabilir. Mete Han ile Yai-Men ovasında dolaşmış biri, Hannibal ile Cannae’ye gelse yabancılık çekmeyecektir. Barbaros’un ardından Nice kıyılarını seyretmiş bir adam, Amiral Nelson’un ardından her yere gidebilir. Gece karanlık ufuklara baktığında, “Bihzad’ın siyahı ufuklara yükselmiş” diyebilen, Van Gogh’un sarısıyla uyanabilir. Hafız’ın şarabından içen, Baudelaire ile aynı sofraya oturabilir. Şebüsterî’yi hıfzeden Schopenhauer ve Nietczhe arasındaki gerilimi giderir. Kleopatra bütün cazibesiyle önünde soyunsa, altın küvetine süt dökenler bir taraftan Helene diğer taraftan Aphrodite olsa ne çıkar; sen Mahavira’nın davetinden dönmektesin. Vatikan’ın bütün altınları önüne dökülse ne fark eder; emre muti olup okçular tepesini terk etmeyeceksin. Hiç korkmadan bir kanadını Batıya uzat ey Doğuyu gölgesiyle örtmüş Kartal, “Doğular da, Batılar da” Hakk’ındır. Poseidon seni sarsamaz, ürpertmez seni Hanuman çünkü sen Müslümansın, Müslümansın, Müslüman!

Bana Göre Şair

Doğar doğmaz söylediği ilk üç şey “Sonsuz, Keder ve İştiyak”tır. Sonsuz bir kederle duyduğu bu iştiyak onu günden güne tüketir. Bu adamın kalbinde bir mıknatıs vardır. Büyük sözler düşer bu kalbe ve kendisinin söylemediği her büyük söz gözlerini yaşlarla doldurur. Kutsal kitaplara kıskançlıkla bakan tek kişi bu adamdır.

Küçük şeylerin de bir şiiri olduğu kabul edilebilir. Lakin şair bir iğnenin deliğinden sonsuza bakan adamdır. Sonsuz dururken iğneye bakan adam değildir. Böyleleri var; tutup bir sehpa için bir pantolon askısı için şiir yazıyorlar. Kendilerini de şair diye adlandırıyorlar.

Hâlbuki tiranlar arzı titreten adımlarıyla bir araya toplandıklarında şair alevden kırbacı ve şimşekten atıyla gelir ve onlara katılır. Birazcık olsun kendini önemli biri olarak görmeyen, bir kartal gördüğü zaman kollarında birazcık olsun yanma hissetmeyen bir sürüngen nasıl olur da şiir yazabilir? Tefeciden din adamı, korkaktan asker ve mütevazı bir adamdan şair olamaz.

Sıkıcı bir gerçeklik romanın konusu olabilir, çünkü o gerçekten de hayata tutulan bir aynadır hâlbuki şiir sıkıntının üzerinde savrulan bir kırbaçtır. Şair öfke doludur, aşk doludur iştiyak doludur. O sonsuzu bile değiştiren adamdır; insanlara sonsuz adına yalanlar söyler ve dünya üzerindeki en büyük yalancılar şairdir. Ama ne güzel yalanlardır bunlar! Çünkü hakikat görebilen için bir şiirdir. Şairin büyüklüğü bu sahte hayata, hakikatin dışında bir şiir giydirmesindedir.

Shakespeare “Bizler rüyaların yapıldığı kumaştan yaratılmışızdır” derken, herhalde balçıktan yaratılmış beşeri kastetmiyordu. Zira peygamberler hakiki nurdan, sıradan insanlar balçıktan yaratılmıştır. Rüyalardan yaratılan ise yalnız şairlerdir. Bu yüzden de sayıları çok azdır.

Herkes Gibi Olmayanlar

Kanaatimce en önemli ve en kalıcı eseri olan Poetika’da Aristoteles tragedya ve komedya arasındaki farkı şu şekilde ifade eder: Tragedya bizden daha üstün insanların hikâyesini anlatır, komedya ise daha aşağıda olanların. Bu sözün hayatımızdaki yansımasına bakalım.

Sizden daha beceriksiz, anlayışı daha kıt, görgüsü daha sınırlı insanlardan hep biraz alaycı bir şekilde bahsedersiniz, sizden her bakımdan daha üstün insanlardan (tabi böyle insanlar olduğunu kabul edebilecek bir durumda iseniz) bir çeşit saygıyla bahsedersiniz. İşte komedyayı komedya, tragedyayı tragedya yapan ruh budur.

Büyük adam, kalabalığın dedikodularından, kıskançlığından, küçük hesaplarından, derin görgüsüzlüğü ve anlayışsızlığından sıyrılmak için, sıradan insanların gitmekten ürktüğü yerlere gider. Sahilden uzaklaştıkça deniz nasıl daha tehlikeli ve acımasız olmaya başlarsa, bu adam için hayat da öyle acımasız ve tehlikeli olmaya başlar. Ya dönüp sıradanların arasına karışacaktır ya da belalara göğüs gerip hayatının bir tragedya olmasını kabul edecektir. Kabul ettiği ve sizden uzaklaşmaya başladığı zaman, ona kibirli değil cesur demelisiniz. Onun o büyük dalgalarla mücadele ederken biriktirdiği tecrübelerden meydana gelmiş sözlerini, kısır, poğaça, börek yiyip, çay içerken eleştirmeye, çekiştirmeye ve hatta anlamaya çalışmamalısınız. Yapacağınız en kötü şey ise onu alaya almak olur. Yani hayatı bir tragedyanın konusu olan bir adamı, komedyanın konusu haline getirmek… Böyle davranırsanız, bu hayatları yazan büyük sanatçı sizi tiyatrodan dışarı atar.

Sizi gördüğünde yalnızca kuru bir selamla yetindiği için, sizinle oturup dedikodu yapmadığı için, ucuz şakalarınıza gülmediği, hiçbir temeli olmayan boş kendine güveninize karşılık vermediği için onu eleştirmeyin, verdiği selamla yetinin ve o tek başına bir kenarda düşünürken, hüznüne neşe, neşesine hüzün karışmış bir şekilde gerçek dostları ile oturup konuşurken uzaktan hayranlıkla seyretmekle yetinin, ya da sırtınızı dönüp uzaklaşın. Çünkü bu türden adamların hayatını ancak seyredebilirsiniz ona eşlik edemezsiniz.