TARİHTE BELİRİM

Giriş

Belirim terimi, bu makalede Evrende bir olgunun ya da bir üretimin ilk defa ortaya çıkması anlamında kullanılmaktadır. İnsanlık tarihi bu belirimlerin tarihidir. 

Tabiat insan için bütün belirimlerin başlangıç noktasıdır. Tabiatın bütün unsurları içlerinde yeni belirimlerin potansiyelini barındırır. İnsan bu potansiyellere belirim kazandırma konusunda hayvanların en maharetlisidir. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en önemli özellik de evrende ve tabiatta ortaya çıkmasını sağladığı belirimlerin çokluğudur. Çünkü o olmasa bunlar varlığa gelmeyecek ve varlık daha yüksek bir şiddetle belirmeyecektir.

Tabiat unsurları arasında belirim potansiyeli en yüksek olan nehirlerdir. Onlar insanlık tarihinin ispat ettiği gibi medeniyetin imkanıdırlar. Medeniyet insanın bu nehirlerle kurduğu ilişki sayesinde doğmuş ve gelişmiştir. 

Nehir havzalarında gelişen medeniyetler belirimlerini çevrelerine yayarak büyürler. Bu havzalarda ortaya çıkan medeniyetlere dahil olan toplumlar müştereken Nehir Medeniyetleri Belirimi’ni sınırlarına ulaştırırlar. İnsanlık bu havzaların etrafında en doğudan batıya birbirine yakın görünümlere ve belirimlere sahip olur. 

Nehir Medeniyetleri Belirimi insanlığın Toplam Belirim Ufku’nu bir sınıra kadar yükseltir. Bu sınır aşılamadığı takdirde medeniyet oldukça yavaş ilerler. Belirimler güçlükle ve az sayıda ortaya çıkar. Fakat bu sınır zorlanıp aşıldığında yani insanlığın Belirim Ukfu’nda bir kapı açıldığında yeni belirimlerin önündeki bariyer yıkılmış olur. Bundan sonra insanlık yeniden hızlı bir şekilde yeni belirimlere hayat vermeye başlar. Bu noktada insan da tabiatı kavrayışıyla birlikte süratle değişmeye başlar. 

Kopernik kendisinden önceki medeni dünyayı inşa eden Dünya Merkezli evren teorisini yıkıp yerine Güneş Merkezli Sistemi getirince Toplam Belirim Ufku  delinmiş ve yeni belirimlerin önündeki bariyer yıkılmış oldu. Eski sistemle ne felsefede ne de bilimde büyük bir atılım yapmanın imkanı yokken şimdi dünya yeniden yorumlanıyor ve eskinin kabulleri yenileriyle değiştiriliyordu. Bu da yeni olguların ve üretimlerin birbiri ardına belirmesi anlamına geliyordu. Bu devrimin ortaya çıktığı merkeze yakın olan Avrupa ulusları, bu belirimlere dünyanın geri kalanından daha önce muttali olduğu için hızla ilerlediler ve Batıyla Doğu, kavrayış, yaklaşım, felsefe ve bilimsel seviye bakımından ayrışmaya başladı.

Amerika Kıtasının keşfi, o zamana kadar neredeyse bakir kalmış, devasa bir tabiat imkanının ortaya çıkarılması anlamına geliyordu. Nehir Medeniyetleri ve etrafında gelişen diğer medeniyetler bilinen dünyanın bütün imkanını belirime çevirmişken Avrupa ulusları bilinmeyen ve belirime dönüştürülmemiş yeni topraklarla karşılaştı. Üzerindeki halkları yok edip asimile edip bu topraklardan süratle istifade etmeye başladılar ve bu şiddetli istismarın ortaya çıkardığı yeni belirimlerle doğu halklarıyla aralarındaki mesafeyi daha da açtılar. Doğu, Nehir Medeniyetleri seviyesinde kalırken Batı Avrupa iki yeni belirimin sınırlarına doğru yükseliyordu. Bu iki yeni belirim Yeni Dünya Tasavvuru ve Yeni Dünya’ydı. 

Doğunun eski büyük Nehir Medeniyetleriyle belirim bakımından arayı hızlı bir şekilde açmış bulunan Batı ulusları yeni bir insan tipinin belirimine de ön ayak olmuştu. Daha fazla belirime hayat vermek için yanıp tutuşan ve eskiyi, kurumlarıyla birlikte tarihe gömerek dünyayı yenilemek isteyen bir insan tipi… Burjuva diye özetlediğimiz bu insan tipi kısa zamanda Yeni Dünya Tasavvuru-Yeni Dünya Medeniyet Belirimi’nin belirim ufkunun sınırına dayandı. Tabiata “Bana şimdiye kadar vermediğin hangi gücü verebilirsin?” diye bakan bu insan o zamana kadar varlığı bilinen fakat üretimde kullanılması düşünülmeyen buhar gücünü makinelere tatbik ederek sınırına hızla ulaştığı yeni belirim ufkunu deldi ve o delikten yeni belirimler yağmaya başladı.

Henüz Nehir Medeniyetleri Beliriminden Yeni Dünya Tasavvuru-Yeni Dünya Belirimi’ne geçememiş olan doğu halkları çaresiz gözlerle Sanayi İnkılabı ve belirimlerini seyrediyordu. Bu belirimlerin yatağı olan merkezlere yakın olan, aralarında fikir ve teknoloji transferi bulunan Batı Avrupa halkları süratle gelişirken diğerleri uzaklıkları nispetinde geride kaldılar.

Yeni gücün, yeni enerjinin verdiği şevkle yeni belirim ufkundan yağan belirimleri birer birer varlık sahasına taşıyan Batılı (bir süredir Batı ve Doğu birbirinden ayrılmış ve Batılı dediğimiz bir insan tipi ortaya çıkmıştı) kısa sürede, elektriği, petrolü, nükleer enerjiyi istismar edebilecek kabiliyete ulaştı. Bütün bu belirimler insanlığın çehresini batıdan doğuya süratle değiştirdi. Değişimin ev sahibi olan Batı değişimin kurallarını tespit etti. Doğu, değişmezse yok olacağını anladı ve değişimin kurallarını kabul etmek zorunda kaldı. Bu da bütün dünyanın Batı Kültürünün tesiri altına girmesi demekti. Artık Doğu medeniyetleri son sözlerini söyleyerek dünya sahnesinden çekilmişlerdi. Dünya Batılılar ve Batılı olmaya çalışanlar arasında bölünmüştü. Bu çabaya girmeyenler hala Nehir Medeniyetleri belirim seviyesinde yaşamaktadırlar. 

Ve nihayet insanlık uzaya çıktı ve aya ilk adımını attı. Evren perspektifinden baktığımız zaman bütün dünya tarihinin en önemli olayı budur. Çünkü 5 milyar yıldır yani doğumundan beri dünyayı izlediğini varsayabileceğimiz teorik bir göz için ilk defa dünyadan dışarıya bir adım atılıyordu. Bu gözün perspektifinde bütün canlı tarihi aynı evin içindeki hareketlilikler olarak görülebilecekken şimdi biri/birileri evin dışına doğru ilk adımlarını atıyordu. İnsanın kendisi artık uzaylı olmuştu.

Ve internet ve yapay zeka… Bunlar daha önce zikrettiğimiz sıçramalar (Nehir Medeniyetleri, Kopernik Devrimi, Yeni Dünyanın Keşfi, Sanayi İnkılabı) gibi telakki edilebilir mi tarih gösterecek. Fakat zeka şimdiden çok önemli görünmektedir. Çünkü evrende ilk defa yeni belirimlere hayat vermek bakımından insanla rekabet edebilecek bir varlık vardır. Belki de bu zeka, ileride başka barajları yıkacak ve hem o hem de biz yeni belirimlerle karşılaşacağız. Nasıl ki biz tabiatı tabiat da bizi değiştirdiyse, yapay zeka evreni evren de onu değiştirecektir.

Tarihin büyük çarkları işte böyle işlemiştir. Şimdi bu büyük çarklar arasındaki bağlantıları sağlayan daha küçük çarklarla birlikte bütün mekanizmaya biraz daha yakından bakalım.

Mekanizmanın İşleyiş Özeti

I

       İmkan Potansiyel Karşılaşma Belirim

  1. Vahşi tabiat kendini bir imkan olarak sunar (Nil). İnsan bu imkanı açacak potansiyelle gelir (Kadim Mısır halkı). Belirim için uygun karşılaşma gerçekleşir. İnsan tabiatı, tabiat insanı dönüştürür (Mısır tarihi). İmkan belirime dönüşür (Mısır Medeniyeti).
  • Başka bir imkana (Ege Denizi) yaslanarak farklı bir belirime (Homeros öncesi Yunan) hayat vermiş bir halk (Yunanlar) kendini bir imkan olarak sunan belirimle (Mısır Medeniyeti) karşılaşır. Belirime uygun bu karşılaşma henüz gelişim aşamasındaki halkı (Yunanlar) dönüştürür. Bu halk kendi belirimiyle, karşılaştığı belirimi kaynaştırıp daha büyük bir belirimi ortaya çıkarır (Yunan Medeniyeti). Beliriminin sınırlarına ulaşmış olan eski halk için bu karşılaşma, beliriminin sınırlarına ulaşmamış kavim kadar dönüştürücü olmaz. Mısır aynı kalırken Yunan değişir.
  • Yunan Medeniyeti beliriminin sınırlarına ulaşıp kendisini bir imkan olarak sunar. Farklı bir imkandan (İtalya’nın siyasi ve kültürel çeşitliliği) doğan farklı bir belirime sahip yeni bir halk (Romalılar) gelir ve beliriminin sınırlarına ulaşmış dolayısıyla daha fazla değişemeyecek olan halkın öğrencisi olur. Karşılaşma Romalıyı değiştirip medeniyet seviyesine yükseltir. Yunan Medeniyeti beliriminin sınırlarına ulaştığı için bu karşılaşmadan daha az etkilenir. Fakat bu örnekte yeni gelen aynı zamanda fatih bir kavim olduğu için eski belirimin sahipleri özgürlüklerini yitirir. Belirimini aktardıktan sonra tarih sahnesinden çekilir.  

II

Potansiyel Yetersizliği

  1. Beliriminin sınırlarına ulaşmış olan halk (Roma) kendisini bir imkan olarak sunar. Yeni gelenler (Barbar Kavimler) bu imkandan istifade edebilecek bir potansiyele sahip değildir. Bu imkanın sunduğu belirimleri anlayabilecek, kendi hayatlarına uygulayabilecek ve geliştirebilecek kavramlara sahip değildir. Dolayısıyla bu karşılaşma yeni ve daha büyük bir belirime dönüşmez. Gelenler medeni olarak geri olmalarına karşın kalabalıktır ve aniden saldırarak eski medeniyeti yıkarlar fakat yerine yenisini inşa edemezler. Bu coğrafyada belirimler sönümlenmeye ve insanlık bildiklerini unutmaya başlar. İlerleme olmaz. Tarih durur.
  • Beliriminin sınırlarına ulaşmış olan halk (Çin) kendisini bir imkan olarak sunar. Yeni gelenler (bazı Türk ve Moğol kabileleri) istilacı olarak gelmiştir. Kendini imkan olarak sunan kavim, istilacıları püskürtecek ordulara ya da asimile edecek insan kalabalığına sahiptir. Belirim yok olmadan, sönümlenmeden kendini yeni zamanlara aktarır. Fakat gelişimi oldukça yavaş seyreder.

III

İki Belirimin Birbirine Tercüme Edilemezliği

Kendisini bir imkan olarak sunan halk (Çin) yeni gelenle (Hunlar, Gök-Türkler) birbirinden oldukça farklı belirimlere sahiplerdir. Bu iki belirimi meydana getiren coğrafyalar birbirine kültür aktaramaz durumdadır. Bu sebeple karşılaşma her iki tarafta da büyük dönüşümlere ve belirimlere yol açmaz. Bozkır halkı Çin’i bozkıra taşıyamaz ve Çinli, çeltik tarlaları arasına göçebe kültürü aktaramaz. Ortaya yeni bir medeniyet terkibi ve belirimi çıkmaz. İki kültür yan yana, fazla değişmeden yaşamaya devam eder. 

IV

İmkana Yakın Olanın Avantajı

  1. İmkan sunan coğrafyaya yakınlık: İlkçağ: Nil Nehri havzasındaki kadim Mısır halkı. Fırat ve Dicle kıyılarındaki Sümerler, İndus ve Ganj’dan istifade eden Hintliler, Sarı Nehir ve Yang-tze’yle etkileşen Çinliler. Ortaçağ: Ege, Marmara ve Karadeniz’e ulaşma imkanı olan Osmanlılar. Güçlü Türk boylarının batıya göçünden istifade ederek Bozkırda rakipsiz kalan Moğollar. Yakınçağ: Atlas okyanusuna kıyısı olan Portekiz, İngiltere, Fransa, İspanya…
  • İmkana dönüşmüş toplumlara yakınlık: İlkçağ: Nehir Medeniyetlerine komşu olan Persler, Hititler, Yunanlar. Ortaçağ: İslam medeniyetine yakın olan Türkler, Yahudiler, Ermeniler, Afganlar. Yakınçağ: Kopernik Devriminin yaşandığı Avrupa kültür ortamında bulunan İtalya, Almanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, İsviçre. 

V

İmkana Uzak Olanın Dezavantajı

  1. İmkan sunan coğrafyaya uzaklık: İlkçağ: Nil, Fırat, Dicle, Ganj, İndus, Sarı Nehir, Yang-tze nehirlerine uzak olan bütün toplumlar. Ortaçağ: Akdeniz’e uzak olan orta ve Batı Avrupa halkları. Yakınçağ: Atlas Okyanusuna uzak olan toplumlar. 
  • İmkana dönüşmüş toplumlara uzaklık: İlkçağ: Nehir Uygarlıklarına uzak olan toplumlar. Ortaçağ: İslam Dünyasına, Doğu Roma’ya ve Çin’e uzak olan toplumlar. Yakınçağ: Rönesans ve Avrupa kültür ortamına uzak olan toplumlar.  

VI

Yeniliğin Gücü

  1. İmkanı belirime dönüştüren avantajlıdır: Rakiplerinin bilmediği bir bilgiye sahip olmuştur. Bu yeni olgu ya da icat onun belirimini büyütür. Diğerleri bu belirimi öğrenmeye çalışırken başka bir belirimin peşine düşebilir.
  • Yeni bir belirime sahip olan, diğer toplumların alakasını cezbeder: Onların bu alakası istilaya uğramasına sebep olmuyorsa kültürünü ve medeniyetini aktarabilir. Böylece ekti sahasını genişletir. (Şimdilerde her gün yeni bir belirime hayat veren Batının tartışmasız kültürel üstünlüğü rakiplerinin yeniliklere kayıtsız kalamamalarındandır. İnterneti reddetmenin imkansızlığı…)

VII

Açılmış Kutularla Uğraşmanın Yararsızlığı

Geçmişte büyük belirimlere sahip olan fakat belirimi sınırlarına ulaşmış ya da sönümlenmeye başlamış olan halkların geçmiş üstünlüklerine, geçmiş tefekkürlerine dönmeye çalışması patlayarak içindeki belirimleri saçmış bulunan eski balonları şişirmeye çalışmak gibi beyhude bir gayrettir. Yeni belirimlerin peşine düşmeyen halklar geride kalmaya ve edilgen olmaya mahkumdur. Geçmişe saplanıp kalmak bir medeniyet intiharıdır. 

VIII

Bizi Bekleyen Kutular

  1. Yeni coğrafi imkanlar: Artık dünyada keşfedenlerine yeni imkanlar sunacak bir coğrafi alan yoktur. Yeni imkanlar uzaydadır. Bu imkanlara daha önce ulaşıp oradaki kapalı kutuları açanlar kendi medeniyetlerine zenginlik, bilgi ve daha büyük bir belirim taşıyacaklar.
  • Evrende açılan her kutu aynı zamanda insanın içinde açılır. Evrene dair öğrendiğimiz her bilgi kendimize dair de bir bilgidir. Bilim yolculuğu insanın kendine yolculuğudur. Bizim içimizde de açılmayı bekleyen kutular var.
  • Yapay zeka, evrende belirimlere sebep olan yegane varlığın, bu görevi, kendi eliyle ürettiği başka bir belirime devretmesi demektir. Bundan sonra yapay zeka evrendeki belirimleri ortaya çıkarmakta bizimle yarışacak. Belki de bizi geçecek. Ve daha uzak bir gelecekte yapay zeka kendi adına yeni belirimlere yönelecek. Evren onu o da evreni değiştirecek.

Not: Bu makale, aynı adı taşıyacak ve bu perspektifle izah edilecek bir tarih anlatısını da içerecek olan kitabın özetidir.

Ben Kalbi Lapis Lazuli Olan Buzağıyım

Yalova’ya yerleştiğim ilk günlerde, şehrin meşhur bir noktası olan Yürüyen Köşk’e bir yürüyüş yaptım. Şansıma o gün, sahili aydınlatan lambalar yanmıyordu ve gökyüzündeki yıldızlar belirgindi. Bir an Orion (Avcı) takımyıldızına, karşısındaki Boğa takım yıldızına ve bu sırada Boğanın göğüs hizasına denk gelen (Pleiades-Süreyya-Ülker) yıldızlarına baktım. “Pleiades şu an Boğanın kalbi gibi görünüyor. Bu ana denk gelen eski insanlar Avcı’nın, Boğanın kalbine nişan aldığını düşünmüş olmalılar.” diye geçirdim içimden. Yaklaşık bir sene sonra Sümer Kral Destanları’nı okurken, Enmerkar adlı bölümde şöyle bir ibareye denk geldim: “Ben, kalbi Lapis Lazuli olan bir buzağıyım.” Burada kral gençliğine atıfla “Buzağıyım” diyor ve kanaatimce Boğanın göğsüne denk gelen Pleiades yıldızlarını Lapus Lazuli’ye benzetiyordu. Zira Lacivert Taşı olarak bildiğimiz bu taşlar ve Pleiades yıldızları hemen hemen aynı renktedirler. Mesele bu şekilde ele alınınca Sümerler’in Lapis Lazuli taşını kutsal kabul edip tanrılara ve krallara layık görmelerinin arkasındaki mitolojik köken de aydınlanmış olur. Gökyüzünde muhteşem bir renkle parıldayan ve kutsal Boğanın kalbi yerinde olan bu yıldızlar da elbette kutsaldı ve bu yıldızların yeryüzündeki remzi Lacivert Taşı’ydı.

Şayet haklıysam Sümeroloji’ye ufak bir katkıda bulunmuş olacağım.

Akıl Ve His

Felsefe: Akılla akletmek. Sanat: Akılla hissetmek. Din: Hislerle akletmek. Tasavvuf: Hislerle hissetmek.

Felsefe yaparken sadece akıl kullanılır, bu açık. Felsefeye duyguları karıştırmak felsefenin yozlaşmasına sebebiyet verir.

Sanat yaparken, akıl hislere önderlik eder. Aklın dizginlerini kaybettiği bir sanat delice hezeyanlara dönüşür.

Aklı olmayan birinin dini olamayacağı gibi hissedişi olmayan birinin dini de olmaz. Fakat çıkış noktası bir akıl yürütmeye dayanmaktadır; görülen güçlerin arkasında görülmeyen bir güç olmalı. Bu akıl yürütme o görülmeyen gücü hissetmeye yönelir. Yine de din, -en azından İslam- akla davet eder. “Akletmez misiniz?”

Tasavvuf hissetmekle başlar ve hissetmeye yönelir. Çünkü sufi görülmeyenin ardındaki gücü hisseder ve aklederek ulaşamam der. Daha doğrusu bunu bile diyemez. Çekilir ve kendisini çekene teslim olur. Din daha kuşatıcı bir akla teslim olmakken, tasavvuf kuşatan bir hisse teslim olmaktır.

Akılla ilişkisinden dolayı din, kendisini felsefeye müracaat etmeden savunamaz. Ne kadar felsefikse o kadar güçlüdür. Yani ne kadar aklî ise… Tasavvuf ise ancak sanata müracaat edebilir. Akla müraccat etmeyen bir din nasıl yozlaştırıcıysa, sanat dışında anlaşılmaya çalışılan tasavvuf da maksadından o kadar uzaklaşmaktadır. Felsefe kendinden geçirmez, bunu sanat yapabilir. Filozofun ve din adamının işi kitaplarladır, sanatçının ve sufininse duyularla…

Gibi geliyor bana…

ŞAİR’İN 10. YILI ANISINA

Şair romanına son noktayı koyduğum tarihten bu yana 10 sene geçmiş. Ne yazık ki bu kitap iki sene kadar bir word dosyası olarak bilgisayarımda bekledikten sonra basılabildi. Romanı yazarken bir şeyleri değiştireceğimin samimi inancı içindeydim. Hem kendi hayatımda hem de ülkenin hayatında… Fakat her iki cephede de değişen bir şey olmadı. Aslında benim hayatım ister istemez biraz değişti. En azından artık o romanı yazdığım kadar genç değilim. Umutlu ve inançlı da değilim. Belki de bilgelik denilen şeye her zamankinden daha yakın olduğum için artık insanları değil kendimi değiştirmeye çalışıyorum. Epey bir kötü alışkanlığımı terk ettim. Daha bir sürü kötü alışkanlığım var. Hepsinden kurtulabileceğimi sanmıyorum. Bazıları benimle birlikte mezara girecek. Bu kesin.

En güzeli insanlara bir şeyler öğretme arzumun yerini bir şeyler öğrenme arzusunun alması. Bu yüzden yazmaktan çok okumaya ve düşünmeye vakit ayırıyorum. Böylelikle daha mutlu bir şekilde yaşıyorum. İhtiyaçlarımı ve beklentilerimi asgari düzeye indirdiğim için bu aralar maddi bir sıkıntı yaşamıyorum. Serbest vaktim var ve Yalova gibi sakin, huzurlu, güzel bir şehirde yaşıyorum. Kısacası artık yazdıklarımın gördüğü ilgisizlikten ya da maruz kaldığı ilginin seviyesinden hüzne kapılıp kendimi heder etmiyorum. 10 sene sonra yani Şair’in 20. senesi geldiğinde de tek arzum; şu an içinde bulunduğum huzur halini muhafaza ediyor olmak. Tabi okunmuş fazladan kitaplar ve terk edilmiş bir kaç kötü huy da işin cabası olacak.

Elbette bu gayet yavan metni çok daha güzel ve süslü yazabilirdim. Fakat bu konuda en ufak bir arzu duymuyorum. Böylesi daha iyi gibi. Yormuyor, üzmüyor, yıpratmıyor. Bu kadar harcRafet_resim (30)ı-ı alem bir metni kimse okumasa bile insan üzülmez. Çünkü bir emek harcamış değilim. Birazdan da gidip yatacağım. Yarın sabah bir kahvaltıya davetliyim. erkenden uyusam iyi olacak.

Not: Resim 2006 yılında Gölcük Değirmendere’de çekildi.

 

 

KAN DÖKTÜ VE İSİMLERİ SAYDI

Öte dünyada sevgilim yollarımız ayrılabilir. Çünkü bazı büyük laflar ettim ve epey günah işledim . Ama yine de seni şiirsiz, müziksiz ve şairsiz bırakacak değilim. Alevden kapılara yaklaş ve “Şair’i görmek istiyorum” de. “Melekler, beşerleri göremez.” derseler, şöyle cevap ver: “Kan döktü ve isimleri saydı, şimdi secde etmeye geldim.”20264834_763211603851046_3686111109512280841_n

HİÇ ZALİM DEĞİL BU KADINLAR

 

2fe232b6565a95f0d80c467ceb654650

Hiç zalim değil bu kadınlar.
Bakışlarıyla öldürmeyi bilmiyorlar.
Gözleriyle öldüremeyen,
dudaklarıyla diriltemez.
Öfkemi yangına çevirmeyene
kahretmeye bile değmez.
Gel ve beni heybetimden utandır.
Senin için kanımı döküp
canavara dönüşeyim.
Yanmasınlar diye
ateşimi sakınmaktan usandım.
Gel ve beni ateşimden utandır.
Ciğerimi zehrinle besleyip
cehenneme dönüşeyim.

ÂLİM VE ÂLEM

005e332b8b82386435f581ee7965b8db
Diyemem ki yaşadım
Belki de adım adım
Hep bir cevap aradım
Olmayan bir soruya
Üstüne bastım veya
Ondan bulamadım
Herneyse bunaldım
İncelmek istiyorum
Tenimi yudum yudum
İçip yok etmeliyim
Ne ayağım ne elim
Bir şeyim kalmayınca
Bir cevap olur anca
Varsızlık sualime
Varlığın bu âlime
Bir şükran borcu var
Zira o aynı duvar
İkimizi var eden
Çünkü bana bu beden
Kimden ki hediyedir
Sen şunu bil diyedir
Ben varım ki varsın
Ben usta sen duvarsın
Lakin diyor bana “Kim
Bu müddei vehim?
Var sanıyor kendini
Ne zerreler seni
Ne yıldızlar tanır
Sana kim inanır
Ben varım desen bile
Binbir desen ile
Kim düzmüşse âlemi
Yok inkarın âlemi
Bir ilmek de sana
Atmış anlasana
Ne var ise bir ipten
O ip seni var eden
Sen ancak bir nakışsın
Varlıktaki akışsın
Bırak artık feryadı
Var’ın senden muradı
Kendini bilmesidir
Bilişi iğnesidir
Canın ki ondan yanar
Var kendini sende var
Eder bu ıstırap ile
Bak şu yıldızlar bile
Parlıyor o bilişten
Tüm âlem bir işten
Bir hissedişten gelir
O kendine ‘Mutlak Bir’
Diyen ‘Bir’ daha der
Varlığa gelen her
Şey bu deyiştendir
Diyen ve işitendir.”
R. Elçi 28 Kasım 2016

ROMEO VE JULIET I. PERDE V. SAHNE

14690831_614708622034679_3906477848619273658_n
Romeo:
Şayet saygısızlık edersem şu değersiz elimle
Bu kutsal mabede. Razıyım günahımın bedeline
Madem elin kaba temasında günah vardır
Dudaklarım iki mahcup hacı ki muntazır
Diz çöküp yüz sürüp latif bir buse ile
Günahını affettirmeye…
Juliet:
İyi kalpli hacı! Eline haksızlık ediyorsun
Tutuşunla ihtiram ve sadakat veriyorsun
Zaten hacıların eline veliler değermiş
El ele öpüşür aziz ve ermiş.
Romeo:
Hacıların yok mudur dudakları, ya azizlerin?
Juliet:
Elbette. Dua etmek için kullanırlar lakin.
Romeo:
Öyleyse ey sevgili azize, dudaklar yakarsın eller yerine
Yalvarıyor işte. Elverir ki, dönmesin inanç ümitsizliğe.
Juliet:
Kımıldamaz azizler, yakaranı dinlerken
Romeo:
Kımıldama öyleyse sana yalvarırken (Onu öper)
Böylece dudaklarım arındı dudaklarınla
Juliet:
Şimdi günah benim dudaklarımda kaldı ama
Romeo:
Dudaklarımdan mı geçti günah?
Tatlı bir dürtüydü halbuki vah!
Hemen geri ver günahımı. (Tekrar öper)
W. Shakespeare
Çev. Rafet Elçi.

ZALİM VE DEV

92193aea017ebfb36330d989692b9936
Haram bacakların tadı gibi acı
Günah kokan her şeyde şehvet
Yasak olan her şeyde arzu
İçtiğim küfür denizleri
Öfkem, heybetim, gururum
Baş döndüren gizemim
Her günahta ben,
Her günah benim.
Keskin bir hançer gibi
Bilenmişim.
Lanetim ne acı!
Ne acı gülümseyişim!
Çünkü benim saçlarım
Bile zehir ve soğuk
Zehir tadında sıcak
Laleler gibi şuh
Mermerler gibi ak
Ey şeytanın oğlu!
Yalan söylemeyi bırak
Baban gibi sen de
Şu acize bir bak
Ve bütün nefesinle
Haykır güçlü sesinle
De ki “Ben ateşten
Yaratılmış iken,
Kim bu karşımda
Korkudan titreyen
Çelimsiz yaratık?
Bir avuç çamurdan
Geriye kalmış artık.”
Bağır, son gücünle!
“Ben şeytanım
Şeytanım!” diye.
Bağır ki uzun yollardan
Sesini duyan olur.
Sadrını yarıp
Nefsine “Dur!”
“Dur artık!” der de
Bir çare bulur belki
Onulmaz derde.
Söyle!
Hangi ulvi fikirler
Başından uçup gitmedi?
Ne vakit bir zalim
Karşında gülümsedi
Geniş alevli sinen
Kabarıp genişledi
Koyu esmer ellerin
Pembe baldırlara,
Yorgun kızıl gözlerin
Kırmızı dudaklara
Uzan, uzan, uzandı da
Gölgen kadar yeri
Kavurdu alevlerin.
Ne kadrini bildin
Omzundaki heybenin
Ne hakkını verdin
Kolundaki zincirin
Seni semalar
Kendine çağırdı da
Sen yine özlem duydun
Karanlık ormanlara.
Durma git!
Madem yolun değil
Gümüş bedenler yolu
Savur alevden kılıcını
Kanlı ufuklara doğru
Kim soyunmuşsa kendinden
Yükselsin Mirâçlara
Sen siyah kanatlarını yay
Uçma ama!
Yeter ki görsün o sefil
Acısız yığınlar
Âdem’i yaratan Allah’ın
Daha ne hikmetleri var.
Kan ve öfke, kibir ve ateş
Kendi soluğuyla parlayan güneş
Gurur ve kudret, cüret ve alev
Şair ve âlim…
Zalim ve dev!